NiHAL BENGiSU KARACA--------ZAMAN tarih 07.01.2009, 20:04 (UTC)
Kapının önüne konulmuş üç boş süt şişesi gibi yan yana dizilmişler. Bir daha içemeyecekleri süte uzanırcasına aralık, kanamayacakları bir dünyaya uzanmış ağızları, üzerlerinde kanlı giysiler.
Hele o ortadaki, o evet, başı beyaz sargıyla sarılmış olan...Ölmeden önce de, zaten yaralı olan. Daha önce vurulmuş ve muhtemeldir ki hayatta kaldığı için Allah'a şükredilmiş... Bu bir film olsaydı 'sırasını savmış', aldığı yara karşılığında hayatta kalmayı hak etmiş olduğu varsayılırdı. Filmlerde çoğunlukla öyledir; bir badireden kurtulmuşsan bir anlamı vardır.
Filmlerde kader şöyle bir değip geçmiş ve yaşamana karar vermişse, bir daha geri dönüp bakmaz. En azından uzunca bir süre bakmaz. Ama İsrail öyle değil, şöyle bir değdiklerini tanıyor, geri dönüp eskaza hayatta kalmışlarsa da tarıyor. Onun için 15 dakika bile yeterince uzun. Gördünüz değil mi o resmi? Dün Zaman dahil birçok gazetede vardı; o çocuk cesetleri. Bebeklerin altındaki yaygıyı da gördünüz mü? Hani, ölü de olsalar, soğuk almasınlar diye serilmiş gibiydi. Hani ölü de olsalar, belki şehre bir Mesih gelir, canlanırlar/ zatürre olmasınlar. İleride çocukları olmaz sonra. Yekten koymayalım taşa. Böbrekler sonra, soğuğu mıknatıs gibi çeker. Hem İsrail için İsrafil vakti. Artık gücenmiş olsun da gelsin o büyük Sûr... Hasta olmasınlar. Yekten taşa koymayalım. Hazmedilmesi güç gerçekliğe dair, gerçeklik duygusunun 'insanca' yitimi. O yaygıyı seren Filistinlinin aksine, gerçekliği 'insanca' yitiremiyoruz biz.
Ne kanlı turnusol kâğıdıymış Filistin meselesi. Sapır sapır döküldü insanlığımız. Burkulkaç diye bir fizik yasası var sanki. Burkuluyor burkuluyor ve sonra bu gerçeklikle baş edemeyeceğimize karar verip kaçmayı tercih ediyoruz. Zaplayarak ya da unutarak. Çünkü etrafımız neyin 'etik' neyin 'doğru' olduğunu söyleyen, 'tabloyu doğru değerlendirmek lazım geldiğini' vazeden ve vicdanın o ilk uyanışına, dolaysız sesine çelme takmak için karışık mesaj veren 'realist'lerle dolu.
Köşe yazarlarına bakıyorum. Türkiye realist davranmıyor, Tayyip Erdoğan İsrail ile kurduğumuz diplomatik ilişkileri bozacak şekilde sert çıkıyor, oysa Arapların Filistinlileri umursadığı yok, biz neden Arap'tan çok Arapçı olacakmışız ki, diye, bla bla bla bir yığın mübtezelce fikir var. Hamas'ın yok edilmesi adına İsrail'in Gazze harekâtına Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerin verdiği zımni destek de iyi bahane oldu sonra. Kendimizi Avrupalılarla aynı rafa yerleştirme fırsatı doğdu; Oryantalist bir yerden, çok çok üstün olduğumuza inandığımız Araplara tepeden bakmak için bir imkân daha! Bölge ülkelerinin kirli işbirliğini İsrail'e göstermemiz gereken hoşgörünün eskortu haline getirmek! Gerçeklik duygusunu insanca yitiremiyoruz, evet. Bir katliama ses çıkarabilmek, bir katliam dolayısıyla öfke duyabilmek için Arap olmak/olmamak mühim bir kerterizmiş gibi. İsrail ile ilişkilerimize her halükârda dikkat buyuracakmışız efendim. Bu bir şaka olsa gerek. Onca kan akarken, 4 askerine karşı, 670 sivil Filistinliyi öldüren, öldürmeye de devam eden, demokratik seçimle gelmiş Hamas'ı, 15 aydır tek füze atmamış Hamas'ı, bölgedeki Arap ülkelerinin de desteğiyle derdest etmeye azmetmiş bulunan Siyonizm'in şahı İsrail'le ilişkilerimize dikkat etmeliymişiz.
Ben de 'realist' bir yorumsama faaliyetinde bulunmak isterim: Kimse kusura bakmasın, 'İsrail ile diplomatik ilişkiler' insanlığın önünde bariyer teşkil ettiği sürece, ortam yekten 'antisemitizm'e varan bir kan davasına kalacaktır. Hizbullah, İran ve Hamas'ın etkisinin Arap ülkelerinin de verdiği omuzla bastırılması ve bu kirli işbirliğine başta AB dahil BM'nin dahi gık diyememiş olmasının sonucu, vasat, Filistin'de ölen her bir çocuğa karşı diasporada yaşayan 4 Yahudi'nin ölümü için fetva verebilecek aşırıların söylemlerinin benimsenmesine kadar gidebilir. Yoksa sahiden, bunun olması mı isteniyor?
Bugün İsrail'e ağız dolusu küfür ediyorum. Hem görünen köy kılavuz gerektirmediği için hem de kabaran öfkem muhatabını şaşırmasın diye. Siyonist Yahudi ile sıradan-masum bir Yahudi arasındaki farkın önemi sonsuza kadar önemli kalsın diye. Bilmem anlatabildim mi?
Abrurahman Dilipak dan Cumhuriyet Bayrami kose yazisi
ahmethakan tarih 29.10.2008, 09:29 (UTC)
Abdurrahman Dilipak
VAKİT
Cumhuriyet Bayramınız mübarek olsun!
29 Ekim 2008
Bu bir Cumhuriyet Bayramı yazısıdır.
Cumhuriyet Bayramınız kutlu, mutlu, mübarek olsun!
Bu vesile ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na AK Parti aleyhinde bir de suç duyurusunda bulunmak istiyorum..
Ayrıca Anayasa’nın başlangıç maddeleri, aynı zamanda Cumhuriyetin niteliklerini de belirleyen devrim yasalarından ruh ve ilham aldığına göre, devrim yasaları arasındaki bir yasayı AYM Başkanı’nın da dikkatlerine sunmak istiyorum. Cumhuriyeti koruma ve kollama konusunda hassasiyetini bildiğim TSK komuta kademesinin de ıttılalarına arzolunur! Zira “Cumhuriyeti korumak”, aynı zamanda “Hilafeti de korumak” anlamına gelmektedir!
Bakınız, devrim yasalarına göre “Cumhuriyet” ne demekmiş: HİLAFETİN İLGASINA VE HANEDANI OSMANİNİN TÜRKİYE CUMHURİYETİ MEMALİKİ HARİCİNE ÇIKARILMASINA DAİR KANUN. Kanun Numarası: 431, Kabul Tarihi: 03.03.1924, yayımlandığı Resmi Gazete tarihi: 06.03.1924, Yayımlandığı Resmi Gazete sayısı: 63. “Madde 1 - Halife halledilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.”
Cumhuriyet hükümeti, bu anlamda, sadece Türkiye Müslümanlarının hak ve hukuklarını koruyup geliştirmekle mükelleftir.. Zaten bu yasa çerçevesinde, Hilafetin sembolü olan Emanet-i Mukaddese TBMM’nin maddi ve manevi koruması altındadır. O sebeble zekat ve fitrelerin Diyanet tarafından toplanması sözkonusudur. Diyanet onun için bu yapı içinde yer alır.. Dini vakıflar o sebeble idarenin tahtı kontrolündedir..
Belki hükümet aleyhinde, bu görevini tam olarak yapmadığı için dava açılabilir.. Yoksa şeriatı savunduğu için değil.. İşte suç duyurum da tam bu nokta ile ilgilidir.. Hükümet, Mekke, Medine, Kudüs ve Bilad-ı İslâm ve cemaat-i Müsliminin hak ve hürriyetlerini koruma konusunda acz içindedir. Bu da değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen yasalarda açıkça belirtilen hükümle çelişmektedir..
Laiklik bahanesinin arkasına saklanılarak bu görev ihmal edilemez.. Türkiye klasik anlamda laik bir ülke değildir ve laiklik kavram olarak çarpıtılarak gerçek anlamının dışında tartışılmaktadır. Esasen laik bireylerden ve seküler bir yönetimden söz edilir. Sekülerlikle laiklik aynı şey de değildir.. Laiklik, kilise hiyerarşisi içinde yer almayı, yani ruhani bir statüyü, sekülerlik ise, yercil-yatay ilişkileri ifade etmektedir.. Mesela Almanya seküler bir ülkedir. Daha doğrusu “Kontrat ülkesi” olarak anılır.. Fransız laikliğini koruma kurumu, resmi bir kurum değil, sivil bir kurumdur. Adı “La Lique”dir.. Fransa’da bireyler dilerse kilise hiyerarşisi içinde yer alabilirler. Fransa’da birçok üniversite ve hastane laikler tarafından değil, ruhani otoriteye bağlı yönetilir.. Vatikan’da da mesela seküler senyörler de görev yapar!
İşin ilginç bir yanı da, bizim laiklerin çoğunun bilmediği, Fransa’nın tümünde laiklik kurallarının geçerli olmadığı gerçeği.. Mesela, AİHM’nin de içinde bulunduğu Strasbourg’u da içine alan Alsas Loren bölgesinde laiklik değil, kontrat esasları geçerlidir..
Laik geçinenlerin çoğu bu gerçeğin farkında olmadığı gibi, Vatikan’daki seküler senyörleri de bilmezler. Yani ne İslâm’ı, ne Hıristiyanlığı ve ne de laikliği biliyorlar, ama el aleme nizam verme iddiasından da vazgeçmiyorlar.. Bunlar cumhuriyetin ne demek olduğunu, cumhuriyetle demokrasi arasındaki ilişki ve çelişkiyi de bilmezler.. Bilmediklerini de bilmezler.. 6 oku bile sayamazlar aslında doğru düzgün. Yani Kemalizmi de bilmezler aslında..
Aslında AYM Başkanı Haşim Kılıç’ın bu tartışmayı derinleştirerek sürdürmesi gerekir. Ben aynı şekilde Sami Selçuk’un da bu konuya bir hukukçu olarak, aynı zamanda akademik ciddiyete sahip bir kişi sıfatı ile, ciddi anlamda entelektüel bir katkı sağlayacağını düşünüyorum..
Bu konuda işte benim tesbitlerim:
1- Laiklik, din ve devlet ayrılığını ifade etmez. Laiklik, egemen kilise Vatikan ile devlet arasındaki ilişkiyi düzenler. Kaynağını İncil’den alır. “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a” ait olacaktır. Laik, kilise hiyerarşisi içinde yer almayan kişiye denir. Yani laikliğin objesi din ve devlet değil, kilise ve devlettir. Aralarında ilişki İncil’in taksimine göre yapılır. Dualist bir dünya görüşü ve din algısının ürünüdür.
2- Türkiye’de, laiklik değil, daha çok devletin kiliseye / dine egemen olduğu Bizantinist model benimsenmiştir. Bir dönemde ise resmi ideoloji dinleştirildiği için teokrasi benzeri bir anlayış hakim olmuş. Bunun sonucu olarak da 1946 TDK sözlüğünde, din maddesinde örnek cümle olarak “Türkün Dini Kemalizmdir” ifadesi yer almış ve bu dönemde, bazı çevrelerce “Türkün Yeni Amentüsü” yayınlanmıştır.
3- Laik bir cumhuriyetten söz edilse de, aynı zamanda bu cumhuriyet, devrim yasaları ile, Müslümanların ekümenik temsilciliği rolünü ifade eden mana ve mefhum olarak hilafetin içinde mündemiç olduğu bir değer olarak tanımlanmıştır. Bu yasa hâlâ mer’idir ve “Hilafet makamının ilgası”na ilişkin yasada bu durum açıkça belirtilir.
4- Türkiye devletinin kuruluşunda, 1. Meclis döneminde, resmi yazışmalarda “Hilafete sadakat”tan söz edilir ve Meclis’in kapısında Kelime-i Tevhid bayrağı asılıdır ve Meclis’in içinde kürsünün arkasında “Ve emruhum şura beynehüm” yazılı bir ayet asılıdır. Kurtuluş Savaşı’nda da Kelime-i Tevhid bayrağı en öndedir. Lozan Anlaşması’nda ise, Türk Milletinin tanım olarak anasırı İslâm kasdedilmiş. Müslüman unsurların tümü Türk kabul edilerek, “Türk milleti tanımının üssül esasının İslâm olduğu” vurgulanmıştır.
5- Diyanet teşkilatı ile İlahiyat Fakültesi, daha önce açılan Yüksek İslâm Enstitüsü ve İslâmi İlimler Akademisi ile İslâm Araştırmaları Merkezi ve camilerin devlet dairesi sayılması, zorunlu din dersleri yanında, İmam-Hatipler ve Kur’an kurslarının varlık ve işleyişi, müfredatının devlet tarafından belirlenmesi gibi uygulamalar laik devletlerde olmayan uygulamalardır.
6- Yine dini bayramların resmi tatili yanında, “Hacı” kelimesinin devrim yasaları ile ünvan olarak kullanılması yasaklanırken, hükümet genelge yayınlayarak Hac ibadetinin nasıl yerine getirileceği ve hacılarla ilgili işleri düzenlemektedir. Hatta bu konuda insanların “Hacı” olması için devlet eliyle organizasyonlar gerçekleştirilmektedir. Bütün bunlar laik devlette olması mümkün olmayan uygulamalardır..
7- Yine laik devlet, dini vakıfları elinde tutmakta ve kullanmaktadır..
8- Laik devlet, hilafetin sembolik olarak remz’i mahiyetindeki emaneti mukaddesenin koruyucusu durumundadır.
Hem başörtüsü yasak olacak, hem dini vergilerin toplanmasında devlet aracılık etme iddiasında bulunacak. Hem hilafet rolü üstlenecek, hem dini talepleri irtica olarak değerlendirecek. İmamları kadroya alacak, maaş verecek, hutbe ve vaazları tanzim edecek, Kutlu Doğum Haftaları düzenleyecek. Hafız yetiştirecek, dini yayınlar yapacak, sonra da dini konularda görüş açıklıyor diye eleştirilecek..
Burada bir terslik olduğu çok açık. Bu durum ne uluslararası sözleşmeler, ne Anayasa ve ne de yasalarla örtüşmemektedir.. Müslümanlarla gayri müslimler arasında statü farkı vardır. Bu da anayasal vatandaşlık ve anayasa önünde eşitlik ilkesine aykırı bir durumdur.
Hâlâ mer’i olan yasadaki ifadelerle “Mana ve mefhum olarak hilafeti içinde barındıran Cumhuriyet”i selamlıyorum. Bayramınız mübarek olsun!
Selam ve dua ile..